Android yoğurtlar ve sütler
Yukarıdaki iki resim arasında ‘’kaç fark var?’’ diye sorarsanız, ben sadece ‘’tek fark var’’ derim. Zayıf olan şişman olana göre daha sağlıklıdır. Muhtemelen bu resim toplumsal tarihimizin bir mihenk taşı ve insanlığın geçirdiği aşamaların bir göstergesidir.
Bindokuzyüzlerin başında sanayi devrimiyle birlikte büyük insanlık ilk rafine gıdaları tüketmeye başladı. Burada kesin bilgiye dayanmamakla birlikte muhtemelen o dönemin varlıklı aileleri bu gıdaları ilk tüketen insanlardı. Yoksul insanlar ise bu çok lezzetli şeker ve şeker bazlı gıdaları daha sonra tüketmeye başladı. Onlar daha çok sebze meyve ağırlıklı ‘’geleneksel yeme biçimlerine’’ bir süre daha devam ettiler. Şu anda ise tam tersi bir süreç hızla ilerlemektedir. Öyle ki Amerika ve Avrupa’da obezite (şişmanlık hastalığı) en fazla yoksullar arasında yaygınlık kazanmıştır. Resimde de görüldüğü üzere geniş karın çevresi, yüksek yağlanmaya bağlı cushing yüzü (yüksek östrojene bağlı “Ay dede yüzü” )ve ince bacaklar tipik bir obez görünüşüdür.
Ayrıca elinde de sigarası dönemin ruhuna uygun olarak, sigara sanayisinin ihtiyaçlarını da karşılıyor. Bu dönemde sigara içmeyi teşvik eden Hollywood filmleri de revaçtaydı zaten.
Resimde ki süreci biraz hızlandıralım; şişman göbekli amcamız birazdan keyifle oturduğu koltuğundan kalkacak tansiyon ve şeker ilaçlarını alacak. Zayıf ve çelimsiz amcamız da yerinden kalktıktan sonra, pencereden kendini aşağı atacak ve film bu şekilde sonlanacak.
Peki ‘’Geleneksel Beslenme Biçimimiz’’ neydi? Ve bu niye bu kadar hayati? Büyük… Büyük… Devvv! Gıda şirketlerinin çok cilalı diyetisyenleri her gün diyet makarnaları, bisküvileri ve light yoğurtları insanların en zayıf noktalarına ‘’güzellik ve beğenilme’’ duygularına hitap ederek satıyorlar. Gelenek falan deyip de yoğurttan bahsetmemek olmaz. Yoğurt demek ‘’Türk’’ demektir birazda; kaldı ki tüm dillerdeki adı da ‘’Yogurt’’tur. Avrupa’nın yoğurt ile tanışması ise Osmanlı zamanında Kanuni Sultan Süleyman’ın emriyle Balkanlar’daki sancaklardan Avrupa’daki bazı krallara şifalı yiyecek olarak gönderilmesiyle olmuştur. Şifa niyetine Avrupalı krallara gönderilen yoğurdumuz bugün ne halde bilen var mı? Ben söyleyeyim, yoğurt yoğurtluktan çıktı, tuhaf tadıyla değişik bir ‘’şey’’ haline geldi. Sırf raf ömrünü uzatmak için yoğurdumuza yapılmadık eziyet kalmadı.
Önce yoğurdu iyi tanımakta fayda var. Sütün yoğurda dönüşmesini sağlayan ‘Lactobacillus bulgaricus’ çok çalışkan bakteri olup sütü fermente eder. Tarihsel anlamda ise 6000 yıldır yoğurt üretilip tüketilmektedir. Yüksek kalsiyum oranı, riboflavin, protein, B12, B6 vitaminlerini içermesi nedeniyle dünyada tüketimi en yaygın ve besleyici gıda maddelerindendir.
Yani sizin anlayacağınız süt toprak gibi yaşayan ve değişen bir varlıktır. Fakat piyasada satılan, deriiiin hocalar(!) tarafından okunmuş hiçbir yoğurt ve süt günlerce dışarıda kalsa dahi bozulmaz, ekşimez. Desenize içine CİN girmiş bu yoğurtların, artık iflah olmaz. İşin şakası bir yana esas şu soruyu kendimize sormanın zamanı gelmedi mi: ‘’ekşimeyen yoğurda yoğurt denir mi?’’ Denmez! Denemez, hatta böyle bir saçmalık olamaz. Çocuklarımıza adına yoğurt denilen bu ‘’şey’’leri yedirmeyelim. Üstelik bizde bu berbat şeyleri tüketmeyelim. Zaten bu acayip ‘yoğurdumsular’ yoğurdun kendisine hakarettir.
Büyük marketlerin uzun rafları arasında, süt ve yoğurt bölümüne girince kocaman bir UHT’li ürünler reyonunu görürsünüz. Birçok ürün çeşidi varmış gibi görülen bu alanda aslında tek bir ürün vardır. Kapitalizmin çok para kazanmak için yarattığı ‘’android yoğurtlar ve sütler’’, ürünlerin raf ömrünü arttırmak için özel imal edilmişlerdir. Üstelik bu ürünler sağlık kaynağı olarak da sunulmaktadırlar.
UHT işlemi, sütün basınç altında 135 derecede ısıtılmasıdır. Su bazlı bir varlık olan sütün, 100derecede değil de 135 derecede ısıtılması mümkün müdür? İşin ucunda güzel para varsa neden olmasın, verirsin basıncı süte, 135 derecede ısıtırsın. Peki bunun neticesinde o süt ne olur? Bu kritik soruyu şu şekilde yanıtlayabiliriz. Bu sıcaklık canlı her şeyi yok etmekle kalmaz,homojenizasyon basıncı ve UHT ile süte “normal koşullar altında asla kabul etmeyeceği” bir enerji verilir. Bu durumda süt verilen enerjiyi “koru’n'mak” amacıyla bünyesine katar (absorbsiyon, soğurma; “entalpi” yani kullanılamayan enerji artar!). Bunu da ancak sahip olduğu proteinlerin (ve diğer unsurların) yapılarını “doğada var olmayan” şekillere değiştirerek sağlayabilir (önce denatürasyon, sonra misnatürasyon, yanlış katlanmalar, ‘misfolding‘, çapraz bağlanmaklar vb. Bu doğa dışı işleme maruz kalan süt bakteriler tarafından işlenip fermente olamaz. Ekşiyemez, olsa olsa küflenir ve çürür.
Buna benzer doğa dışı işlemlere bağlı yapılan inek yemleri de ilk yapıldığında sonucu kestirilememiş, sonradan da ‘‘pirionlar’’ ortaya çıkmamış mıydı? Deli dana hastalığı doğayla uyumsuz hayvan yemlerinin ineklere yedirilmesiyle patlak vermişti. Şu anki mevcut bilgilerimizle UHT’li sütlerin kullanımının gelecekte tam olarak neye yol açacağını bilmiyoruz. Muhtemelen şimdiden kestirilmeyen pek çok hastalığın ilk nüveleri oluşmak üzeredir.
Evde geleneksel yöntemlerle yapılmış yoğurtta yoğun miktarda bağırsağı koruyan hastalanmamızı önleyen yararlı bakteriler vardır. Biz bu çalışkan bakteriler sayesinde yemek artıklarını sindiririz çeşitli vitaminlerin sentezini sağlarız ve bağırsağa zarar verecek mikroplardan korunuruz. Onlara bir hayat borçluyuz.
Sanayi tipi, sözde kaymaklı yoğurtların birçoğunun kaymağı gerçek kaymak değildir. Bu kaymağa benzeyen ucube aslında bir miktar margarinle sütün karıştırılmasından yapılır. Yani sizin anlayacağınız kaymak yerine margarin yemekteyiz.
Meyveli yoğurtlar kesinlikle bir yoğurt çeşidi değildir. Bunlar şeker lapalarıdır. Çocuklarımızı şeker müptelası yapmak ve bu ürünlere bağımlı hale getirmek için özel tasarlanmış sanayi ürünleridir. Çocuklarınıza yedirmeyin, kendiniz de yemeyin.
Kapitalizm toplumsal bir hastalık halidir. Onun üreteceği hiçbir çözüm doğayla ve insanla dost olamaz. Kendisi gibi daha beter hastalıklar üreten yeni üretim modelleri uydurur. Bu üretim modellerini insanlar üzerinde dener. İnsanlara bu tuhaf ürünleri yedirmek ve bağımlı yapmak için reklam şirketleri yoğun propaganda faaliyeti yürütür. Çokbilmiş uzmanları tantanalı toplantılarıyla göz boyar. Özünde ise insanı doğadan koparır kendine ve doğaya yabancılaştırır. İnsanın yaşama nedeni olan kendini var etme ve özgürleşme hayalini elinden alır; onu bir ucubeye, kimliksiz – kişiliksiz bir nesneye çevirir. Her gün aralıksız insanlığına tecavüz eder.
Dr. Erdal Yolcu
twitter.com/eskici17
Yukarıdaki iki resim arasında ‘’kaç fark var?’’ diye sorarsanız, ben sadece ‘’tek fark var’’ derim. Zayıf olan şişman olana göre daha sağlıklıdır. Muhtemelen bu resim toplumsal tarihimizin bir mihenk taşı ve insanlığın geçirdiği aşamaların bir göstergesidir.
Bindokuzyüzlerin başında sanayi devrimiyle birlikte büyük insanlık ilk rafine gıdaları tüketmeye başladı. Burada kesin bilgiye dayanmamakla birlikte muhtemelen o dönemin varlıklı aileleri bu gıdaları ilk tüketen insanlardı. Yoksul insanlar ise bu çok lezzetli şeker ve şeker bazlı gıdaları daha sonra tüketmeye başladı. Onlar daha çok sebze meyve ağırlıklı ‘’geleneksel yeme biçimlerine’’ bir süre daha devam ettiler. Şu anda ise tam tersi bir süreç hızla ilerlemektedir. Öyle ki Amerika ve Avrupa’da obezite (şişmanlık hastalığı) en fazla yoksullar arasında yaygınlık kazanmıştır. Resimde de görüldüğü üzere geniş karın çevresi, yüksek yağlanmaya bağlı cushing yüzü (yüksek östrojene bağlı “Ay dede yüzü” )ve ince bacaklar tipik bir obez görünüşüdür.
Ayrıca elinde de sigarası dönemin ruhuna uygun olarak, sigara sanayisinin ihtiyaçlarını da karşılıyor. Bu dönemde sigara içmeyi teşvik eden Hollywood filmleri de revaçtaydı zaten.
Resimde ki süreci biraz hızlandıralım; şişman göbekli amcamız birazdan keyifle oturduğu koltuğundan kalkacak tansiyon ve şeker ilaçlarını alacak. Zayıf ve çelimsiz amcamız da yerinden kalktıktan sonra, pencereden kendini aşağı atacak ve film bu şekilde sonlanacak.
Peki ‘’Geleneksel Beslenme Biçimimiz’’ neydi? Ve bu niye bu kadar hayati? Büyük… Büyük… Devvv! Gıda şirketlerinin çok cilalı diyetisyenleri her gün diyet makarnaları, bisküvileri ve light yoğurtları insanların en zayıf noktalarına ‘’güzellik ve beğenilme’’ duygularına hitap ederek satıyorlar. Gelenek falan deyip de yoğurttan bahsetmemek olmaz. Yoğurt demek ‘’Türk’’ demektir birazda; kaldı ki tüm dillerdeki adı da ‘’Yogurt’’tur. Avrupa’nın yoğurt ile tanışması ise Osmanlı zamanında Kanuni Sultan Süleyman’ın emriyle Balkanlar’daki sancaklardan Avrupa’daki bazı krallara şifalı yiyecek olarak gönderilmesiyle olmuştur. Şifa niyetine Avrupalı krallara gönderilen yoğurdumuz bugün ne halde bilen var mı? Ben söyleyeyim, yoğurt yoğurtluktan çıktı, tuhaf tadıyla değişik bir ‘’şey’’ haline geldi. Sırf raf ömrünü uzatmak için yoğurdumuza yapılmadık eziyet kalmadı.
Önce yoğurdu iyi tanımakta fayda var. Sütün yoğurda dönüşmesini sağlayan ‘Lactobacillus bulgaricus’ çok çalışkan bakteri olup sütü fermente eder. Tarihsel anlamda ise 6000 yıldır yoğurt üretilip tüketilmektedir. Yüksek kalsiyum oranı, riboflavin, protein, B12, B6 vitaminlerini içermesi nedeniyle dünyada tüketimi en yaygın ve besleyici gıda maddelerindendir.
Yani sizin anlayacağınız süt toprak gibi yaşayan ve değişen bir varlıktır. Fakat piyasada satılan, deriiiin hocalar(!) tarafından okunmuş hiçbir yoğurt ve süt günlerce dışarıda kalsa dahi bozulmaz, ekşimez. Desenize içine CİN girmiş bu yoğurtların, artık iflah olmaz. İşin şakası bir yana esas şu soruyu kendimize sormanın zamanı gelmedi mi: ‘’ekşimeyen yoğurda yoğurt denir mi?’’ Denmez! Denemez, hatta böyle bir saçmalık olamaz. Çocuklarımıza adına yoğurt denilen bu ‘’şey’’leri yedirmeyelim. Üstelik bizde bu berbat şeyleri tüketmeyelim. Zaten bu acayip ‘yoğurdumsular’ yoğurdun kendisine hakarettir.
Büyük marketlerin uzun rafları arasında, süt ve yoğurt bölümüne girince kocaman bir UHT’li ürünler reyonunu görürsünüz. Birçok ürün çeşidi varmış gibi görülen bu alanda aslında tek bir ürün vardır. Kapitalizmin çok para kazanmak için yarattığı ‘’android yoğurtlar ve sütler’’, ürünlerin raf ömrünü arttırmak için özel imal edilmişlerdir. Üstelik bu ürünler sağlık kaynağı olarak da sunulmaktadırlar.
UHT işlemi, sütün basınç altında 135 derecede ısıtılmasıdır. Su bazlı bir varlık olan sütün, 100derecede değil de 135 derecede ısıtılması mümkün müdür? İşin ucunda güzel para varsa neden olmasın, verirsin basıncı süte, 135 derecede ısıtırsın. Peki bunun neticesinde o süt ne olur? Bu kritik soruyu şu şekilde yanıtlayabiliriz. Bu sıcaklık canlı her şeyi yok etmekle kalmaz,homojenizasyon basıncı ve UHT ile süte “normal koşullar altında asla kabul etmeyeceği” bir enerji verilir. Bu durumda süt verilen enerjiyi “koru’n'mak” amacıyla bünyesine katar (absorbsiyon, soğurma; “entalpi” yani kullanılamayan enerji artar!). Bunu da ancak sahip olduğu proteinlerin (ve diğer unsurların) yapılarını “doğada var olmayan” şekillere değiştirerek sağlayabilir (önce denatürasyon, sonra misnatürasyon, yanlış katlanmalar, ‘misfolding‘, çapraz bağlanmaklar vb. Bu doğa dışı işleme maruz kalan süt bakteriler tarafından işlenip fermente olamaz. Ekşiyemez, olsa olsa küflenir ve çürür.
Buna benzer doğa dışı işlemlere bağlı yapılan inek yemleri de ilk yapıldığında sonucu kestirilememiş, sonradan da ‘‘pirionlar’’ ortaya çıkmamış mıydı? Deli dana hastalığı doğayla uyumsuz hayvan yemlerinin ineklere yedirilmesiyle patlak vermişti. Şu anki mevcut bilgilerimizle UHT’li sütlerin kullanımının gelecekte tam olarak neye yol açacağını bilmiyoruz. Muhtemelen şimdiden kestirilmeyen pek çok hastalığın ilk nüveleri oluşmak üzeredir.
Evde geleneksel yöntemlerle yapılmış yoğurtta yoğun miktarda bağırsağı koruyan hastalanmamızı önleyen yararlı bakteriler vardır. Biz bu çalışkan bakteriler sayesinde yemek artıklarını sindiririz çeşitli vitaminlerin sentezini sağlarız ve bağırsağa zarar verecek mikroplardan korunuruz. Onlara bir hayat borçluyuz.
Sanayi tipi, sözde kaymaklı yoğurtların birçoğunun kaymağı gerçek kaymak değildir. Bu kaymağa benzeyen ucube aslında bir miktar margarinle sütün karıştırılmasından yapılır. Yani sizin anlayacağınız kaymak yerine margarin yemekteyiz.
Meyveli yoğurtlar kesinlikle bir yoğurt çeşidi değildir. Bunlar şeker lapalarıdır. Çocuklarımızı şeker müptelası yapmak ve bu ürünlere bağımlı hale getirmek için özel tasarlanmış sanayi ürünleridir. Çocuklarınıza yedirmeyin, kendiniz de yemeyin.
Kapitalizm toplumsal bir hastalık halidir. Onun üreteceği hiçbir çözüm doğayla ve insanla dost olamaz. Kendisi gibi daha beter hastalıklar üreten yeni üretim modelleri uydurur. Bu üretim modellerini insanlar üzerinde dener. İnsanlara bu tuhaf ürünleri yedirmek ve bağımlı yapmak için reklam şirketleri yoğun propaganda faaliyeti yürütür. Çokbilmiş uzmanları tantanalı toplantılarıyla göz boyar. Özünde ise insanı doğadan koparır kendine ve doğaya yabancılaştırır. İnsanın yaşama nedeni olan kendini var etme ve özgürleşme hayalini elinden alır; onu bir ucubeye, kimliksiz – kişiliksiz bir nesneye çevirir. Her gün aralıksız insanlığına tecavüz eder.
Dr. Erdal Yolcu
twitter.com/eskici17
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder